BU YAZIMIZDA ölümü, öte alemi ele alacağız. Bize yeni bir bakış açısı getiren İlâhî Nizam ve Kâinat isimli kitabımız da temel referansımız. Her seferinde yeniden okuduğunuzda, sanki hiç okumamışınız gibi, satır aralarında pek çok ince ayrıntıyı yakalıyor ve yeniden derin anlamlarla karşılaşıyorsunuz.
İlâhî Nizam ve Kâinat’da özellikle ölüm ötesi, öte alem, spatyom diye adlandırıldığımız bu kavramların nasıl geçtiğini göstermek istiyorum ve aynı zamanda bazı noktaların altlarını çizmek istiyorum.
Yaşamda iki temel gerçeklik var; biri doğum biri de ölüm. Şu anda gerçeklik diye yaşadığımız dünya baktığımız bakış açısına göre değişiyor. Öyle anlar var ki rüyalarda daha derin bir gerçeklik içinde oluyoruz. Uyandığımızda hangisi gerçek hangisi rüya şaşırıyoruz. Belki de şimdi başka bir şeyin rüyasındayız. Bu da olabilir. Son zamanlarda yapılan sinema filmleri de bu konuda ilham verici noktalar işlendi.
Kitapla birlikte gelen bilgilerden dana derin bir şekil de anladık ki bu yaşamımız varlığımız için çok önemli, bizim için çok gerekli bir süreci var. Ve bu sürecin tamamlanması gerekiyor.
Normalde günlük faaliyetlerimiz sırasında, olayların içinde yaşarken günlük şuurumuzun çok fazla fark etmediği, kaçırdığımızı düşündüğümüz pek çok şey oluyor. Gerçekten anda olmuyoruz, gerçekten o anı idrak etmiyoruz, farkına varmıyoruz. Ama bir şekilde bize hala gelen etkiler var. Hem ruhsal dünyadan gelen etkiler var, ruh aleminden gelen etkiler var ki ne oldu İlâhî Nizam ve Kâinat bize ruh ve beden ilişkisini, madde ilişkisini çok güzel ortaya koydu.
Bilim adamları hala daha ölen bedeni, beyni tarta dursunlar -hani 21 gramı yakaladık yakalamadık- kitap açıkça söylüyor; ruh bedenin içerisinde değil. Alem olarak baktığımız zaman da, ruhsal olarak da düşündüğümüz pek çok şeyde ruhsal değil. Ama bir tesir mekanizmasıyla ruhun göndermiş olduğu asli tesirle ortaya çıkan varlıklar silsilesi, planlar var. Varlığın insan oluncaya kadar geçirdiği aşamalardan, geçmiş yaşamlardan ve sevgi planına ve oradan vazife planına doğru giden süreci çok güzel netleştirdi.
Önceden ruh diye bu beden ötesi mevcudiyetimizi ifade ederken, şimdi aslında bu beden ötesi mevcudiyeti “varlık” olarak ifade etmemiz gerektiğini anladık. Ruhsal varlığım dediğim zaman dahi bir bakıyoruz ruhsal varlığımız dediğimiz sürece gidinceye kadar bile arada pek çok maddesel boyutlar var. En ruhsal dediğimiz şeyin dahi madde olduğunu öğrendik.
Maddenin özelliği tesir almadığında hareketsiz olması ve tesir aldığında ise ona cevap vermesi. Varlık geliştikçe maddeye aktardığı tesir gelişiyor, madde tesiri alıp geliştikçe varlığın gelişmesi için zemin hazırlıyor.
Kıyas bilgisi kavramı zihinlerde pek çok şeyi netleştirdi. Bizim bütün oluşturduğumuz sistemlerin temel taşları yerine oturdu. Bir kıyas bilgisi ve bu kıyas bilgisiyle yani varlığın kıyaslayarak öğrenmesinden oluşan süzgecinden oluşan bir değer farklanması...
Her birimizin bir el parmaklarımızın izleri bile aynı değil. Örneğin, ben havaalanında görüyorum değişik cihazlar gözünüzü yaklaştırdığınızda “Bu Tülin’in gözü” diye sizi tanıyor, güvenlikten öyle geçiriyor. Gözünüz, parmak iziniz ya da avuç içiniz ya da astroloji haritanız bile herkesin kendisine özgü. Bu farklanmalar şöyle bir an içerisinde de oluşmuyor. Sadece genetik de değil dinamikler; olaylar, geçmiş hayatlar, atalar, ataç varlıklar, varlıksal ihtiyaçlar, süreçler bu dinamikte yer alanlardan bazıları.
Peki ölümün arkasından neler oluyor? Ölüm dediğimizde, fiziksel bedenimizi terk ettiğimiz, artık son nefesimizi verdiğimiz, son kalp atışımızın gerçekleştiği ve bu beden maddesini bıraktığımız anı nitelendiriyoruz. Ölüm ardından bizim varlığımız aslında ne yapıyor? Daha serbest bir boyuta geçiyor. Ölümün tam o andaki tanımını burada İlâhî Nizam ve Kâinat belirtmiş. “Beden ölünce ne olur? Beyin hücrelerinin varlıkları, bedenlerini, yani enkarne oldukları beyin hücrelerini terk ederler, fakat dağılmazlar. Çünkü artık bedeni terk etmesi icap eden varlık onlar üzerindeki tesirini bedeni bıraktıktan sonra bile kaldırmaz.”
Demek ki, bizim bedenimizde bir tesir örgüsü var. Bizim varlığımız, gerçek ruhsal varlık beden içerisinde değil. Aynı bir endüksiyon tarzında tesirle maddesel bedeni yönetiyor. Ona tesir yolluyor. Aynı bir elektrik akımı gibi, akım olduğunda hayat var. Ama fişi çekince yani tesir akımı bitince canlılık da sonlanıyor.
Bakın beyin hücrelerindeki varlıklardan bahsediyor. Yani aslında müthiş bir organizasyon var. Şu bedenimizin içerisinde biz sadece tek olduğumuzu düşünüyoruz. Oysaki beyin hücrelerimizde bizim beynimizdeki sinyalleri, oradaki değerlendirmeleri ve orda oluşan etkileri kodlayan, onları yönlendiren, gelen tesirleri zihne aktaran yapıyı kontrol ediyor.
Varlığın tesirlerini bize aktaran en güzel yol rüyalarımızdır. Rüyaların da değişik çeşitleri var. Bilinçdışı rüyamız vardır, o gün olanlardan etkilendiğimiz şekilde rüyalar... Aynı zamanda işte bedenimizin yarattığı çok yemek yiyip de yatmışız bedenin gönderdiği sinyaller var. Bir de ruhsal dünyanın göndermiş olduğu daha yüksek tesirler var. Bütün bunlar aslında nasıl oluyor? Beyin hücresi varlıkları tarafından alınarak onlar tarafından değerlendiriliyor ve bize aktarılıyor.
Ve ne diyor? Beden ölmesine rağmen bu varlıklar ne yapmazlar; dağılmazlar ve bir süre varlıklarını devam ettirirler. Bunu en iyi nerede görüyoruz? Regresyon çalışmalarında geçmiş yaşamlara gittiğimizde kişiyi ölüm anına götürürüz. Ve ölüm anına gittiği anda işte son duygusunu ve son düşüncesini sorarız.
Şu dünyada neyi bitirmemişsiniz, ne yarım kalmışsa bunu taşıyorsunuz. Ve bitirmediğimiz işler bizim o ölüm anındaki son noktada duygu ve düşünce olarak toparlanıyor. İşte beyin hücresi varlıkları bütün pişmanlıklarınızı, yarım bıraktığınız, yapamadığınız ne varsa bunları tutuyor, saklıyor.
Yarım kalan, yapamadığım veya bitiremediğim şey ne demek? Ancek bir şeyi yapmayı planladıysam onu yarım yapma ya da yapmama gibi kavramı olmuştur. Demek ki planlanan bir süreç var burada. Ve aynı zamanda ne oluyor? Beyin hücresi varlıkları bu tesirleri kaldırmıyorlar. O varlıkların manyetik alanlarına göndermeye devam ediyorlar.
Spatyomun ilk zamanlarında bir varlığın kendi ruhundan gelen tesirler dışında da yukarıdan, aşağıdan ve çevreden gelen bütün tesirler ve bağlantılar kesiliyor. Aşama aşama baktığımızda şunu görüyoruz. Öncelikle ölümle birlikte varlığımız da bir serbest kalma var. Ruh bedenin içerisinde değil, özgürleşen ruh değil. Varlık serbestleşiyor ama varlığın serbestleştiği şey nedir? Bedenin günlük tesirlerinden beş duyudan serbestleşiyor. Bedeniniz fiziksel bir acı taşımıyor. Karnınız artık acıkmıyor.
Yaşadığımız zaman bedenin belli bir duyu alma kapasitesi var. Gözümüzün belli bir görme alanı var ve görme alanındaki o değerlendirmeleri o alan içerisinde yapıyoruz. Ölümle birlikte bütün bu algılar kesilmiş oluyor. Aynı bir endüksiyon bobininde meydana gelen durum gibi, manyetik alanlarla sağlanan etkileşim ölüm anında dünyadan gelen tesirlere karşı kapanıyor. Ruh ve maddenin iç içe olmadığını ve evrende meydana gelen hareketin asli tesirin ünite’den süzülmesiyle ve madde içine yayılmasıyla meydana geldiğini kitap ile birlikte öğrenmiş olduk. Her kademede bir varlıksal görünüm söz konusu. Beynin dahi her bir hücresinin varlığı olduğu anlayışı bize varlık hakkında çok geniş bir perspektif getirdi. Pek çok şey daha derinden açıklıyor. Yaşamın hafızasının -beynin değil- nasıl da kaydedildiğini ve yok olmadığını, beyin hücrelerinin fonksiyonu ile anladık.
Artık varlık dediğimizde öte alemden görünen ölü varlıklar ya da uzaylı varlıklar diye algılamıyoruz, ne yapıyoruz bir kere kavramlarımızın içerisinde varlık kavramımız çok daha genişliyor. Demek ki bizim içimizde beynimizde öyle sistemler ve sistemlere öyle tesir eden varlıklar var ki beyin hücrelerimizi daima yönetiyor, yönlendiriyor. Ve gelen tesirleri alarak sanki bir işlemci gibi çevirmesini sağlıyor. Eğer biz dünyadaki tamamlamamız gereken birtakım şeyleri tamamlayamamışsak; örneğin en temel gene İlâhî Nizam ve Kâinat’ın öğrettiği, açıkladığı şeylerden birisi, vicdan konusunda birtakım şeyleri daha sindirememişsek, biraz daha sabrı öğrenememişsek, sevgiyi tam olarak deneyimlememişsek, planlarımızdan belli bir noktada vazgeçtiysek, insanlık aşamasını bitirmiş olmuyoruz ve sevgi realitesine direkt geçemiyoruz. O zaman tekrar dünyaya gelme durumu doğuyor.
Fiziksel olarak bedenimizi terk ederek bu dünyadaki aldığımız şeyleri nasıl değerlendiriyoruz, nasıl bir süreç geçiriyoruz ve tekrar dünyaya gelmeye nasıl hazırlanıyoruz? Zaten burada işimiz bittiyse tası tarağı topladıktan, enerjileri ve döngüleri aldıktan sonra ne yapıyoruz? İdrak farklanmasına göre oluşan bu süreyi kısaltabiliyor ya da uzatabiliyoruz ve yarım kalan işlerimizi bitirmek üzere de buraya geliyoruz. Kitapta da dediği gibi, “Bir insan idrakinin, insanlığa ait üst sınır çizgisine varabilmesi için geçirmesi gereken hayatların miktarı, bir sürü özgürlükler ve sınavlar yüzünden her ne kadar kesin olarak söylenemezse de bunun ortalama 500-700 bedenlenmeyle sınırlı olduğu bir olgudur. Bu rakamın kesin olarak söylenememesi de gayet doğaldır.
Nitekim, düzgün ve planlı olmasına rağmen insanın bir tek hayatının bile yazgı zorunlulukları yüzünden ne kadar devam edeceğini kesin olarak ifade etmek mümkün değildir. Yine aynı sebeplerden dolayı insanların planlarını uygularken, ne zamanda hangi gelişim kademelerine ulaşacaklarını da çok öncelerden kestirmek olanaksızdır. Çünkü burada varlığın çabalarının -kendisine tanınmış bazı özgürlükler sonucunda- onun eline bırakılmasıyla, o çabaların yazgı planınca takdir edilecek sonuçlarının daima değişebilmesi bu olanaksızlığa sebep olmaktadır.”
Demek ki tek bir hayatın içinde dahi oluşturacağımız idrakler yaşam süremizi etkiliyor.
İnsan varlığı ölüm olunca ne oluyor? Ölüm meydana geldiğinde gelen tesirlerden soyutlanıyor, yani bütün şalterler kapatılıyor. Ve bunun da çok önemli bir sebebi var. Bize gelen tesirleri söylemiştik, hani o rüyada nasıl geliyorsa tesirler, biz birbirimize şu anda tesir veriyoruz. Öte alemden işte varlıklardan tesir alıyoruz, güneş sisteminden tesir alıyoruz, yıldızlardan tesir alıyoruz, şu andaki manyetik alanlardan tesir alıyoruz ve bu süreçte ne oluyor, ölümle beraber bütün bu şalterler iniyor ve varlık tamamen tesir mekanizmasına kapanıyor. Yani her şey kapandı. Bunun önemli bir sebebi var bizim hayat planı uygulamamızı yapabilmemiz için önce kazandığımız şeylerin muhasebesini yapmak, bunu da tamamen sindirmemiz gerekiyor. Burada öğrendiğimiz aldığımız neyi yaptık neyi veremedik, yani ne yapıyoruz? Külahımızı çıkarıp önümüze koyuyoruz ve ondan sonra bakıyoruz; ben neyi planlamıştım neyi elde etmek istemiştim, hangi yollarda nerede saptım, nerede neyi beceremedim? Nereyi de iyi yaptım? Belki de bir şeyi o kadar iyi yaptım ki bazı karmik döngüleri, neden ve sonuç döngülerini yaşamama gerek kalmadı. Elbette bunu dünyasal düzlemde değerlendirmek imkansız. Ancak yüksek öz varlığım ve vazifeli varlıklarla yapılan değerlendirmeler sonucu çabalarımızın yazgımızı değiştirebileceğini öğrenmiş olduk.
Ölüm anıyla birlikte, bu bütün tası tarağı ortaya koyduğumuzda tüm deneyimlerimiz içerisine bakıyoruz, hayat deneyimimiz içinde kazandığımız şeylerin muhasebesini yapıyoruz ve ondan sonra bütün bunları sindirme sürecine geçiyoruz. Ve arkasından kendimize mal etme, yani varlığa mal etme, hani o bizim değer farklanmamızı yaratacak şekilde varlığımıza geçirme sürecine geçiyoruz; ki geçmiş yaşamların ve en son yaşamımızın kıyaslanması, muhasebesi sonucu elde edilen, süzülen bilgiler öz bilgiler olarak adlandırılıyor.
Bir yaşam bilgisi ne kadar kendi varlığınıza işlemişse, ne kadar siz onu deneyimlemişseniz, köküne kadar onun içine girmişseniz o kadar sizin varlığınıza dahil oluyor. Bazen bir olayı kişi bir kere yaşadığında onu anlar, idrak eder. Bir diğeri de on kere, yüz kere yaşadığında kafasına işlemez. Yukarıda da belirtiğimiz gibi, dünyada insanlık realitesine, olgunluğa ulaşmak öyle kolay kolay oluşacak, birden başmakları atlanacak bir şey de değil. 500 ile 700 kere dünya üzerine bedenlenmelerden bahsediyor. Yani düşünün, kimi zaman anne karnındayken bir hücre olarak, döllenmiş bir yumurta olarak, iki aylıkken düşerek, kürtaj olarak ya da annemizin karnında ölerek, kimi zaman 80-90 yıl yaşayarak, kimi zaman gençliğinde veya üç yaşında ölerek deneyimler yaşıyoruz; o kadar bir çeşitlemesi var ki olaylar döngüsünün…
Bize gelen bu bilgilerle regresyondan gelen bilgiler gerçekten örtüştü. Sadece insan bedenindeki hayatları değil, İlâhî Nizam ve Kâinat aynı zamanda beyin hücrelerini anlatıyor. Beyin hücreleri bu işleri yapa yapa öyle bir duruma gelirler ki bir insan organizasyonunu yönetebilir ve insan formunda da doğabilirler, diyor. Aynı şekilde taş ve maddeden nasıl bitkilere, bitkilerden hayvanlara geçen, arkasında evrende bir insan organizmasını yönetecek seviyeye kadar başka düzlenmelerde geçirilen deneyimlerden -bir silsileden- bahsediyor. Biz bunları önceden çok fazla bu kadar net çerçevelerle çizmezdik. Özellikle Hint inancında da vardır -tenasüh de denir- hani cezalandırılmak için hayvan olarak tekrar doğmak...
Oysa cezalandırmak üzere hayvan olarak doğmuyorsunuz, ama varlığının dünya maddesine bağlanması yani o tesirin başlamasıyla beraber varlıkların deneyimleri içinde pek çok unsur ve aşama var. Örneğin, bir dağ olmayı veya ağaç olma deneyimi, bir panter ya da bir geyik bilinci deneyimi bizim regresyon çalışmalarında da çıkıyordu ve o zaman diyorduk ki bu bir şuur projeksiyonu, biz oraya ne yapıyoruz aslında, hani bitki olarak doğmuyoruz ama projeksiyonumuzu varlık olarak oraya çeviriyoruz diyorduk. Bu yaklaşım da bir anlamda doğru; ama süreç içinde bakarsak -kitabın söylediği bilgiyle bakarsak- aşama aşama o süreçlerden geçerek daha üst bir seviyeye doğru varlık gelişiyor.
Öyle bitkiler var ki et yiyen, klasik müziğe tepki veren, bir cinayeti görüp o katile tekrar rastlayınca tepki veren… Demek ki, bitkinin bile kendi alanının kaydedici bir özelliği var. Bir serada öldüren kişi içeri geldiği zaman bitkilere elektrotlar takıldığında sinyal veriyorsa, bu bitkinin şuurlu bir varlık olduğunu gösterir. O varlığın bir kayıt mekanizması var demektir.
Demek ki, bu kayıt mekanizmalarında farklı seviyede varlıklar iş başında. Bu varlıklar ne yapıyor? Yine kendi oldukları nokta içinden daha üst bir sisteme geçiş yapabilmek için kendi vazifelerini sürdürüyorlar.
Buradan ilerleyerek yine ölüme dönersek, bir süre sonra tesirler kapanır. Bu aynı zamanda inziva gibi, kendinizi bütün insanlardan soyutlayarak orada tek başınıza kaldığınız bir süreç yani bizim öz bilgilerimize dönme sürecini yaratıyor. Bu süreç son yaşamımızdaki bilgilerin değerlendirmesini yapmak içindir. Son yaşamdan gelen varlığa katılmamış ham bilgiler var. Bilgileri olaylardan toplamışız. Bir şeyleri yaşamışız ve bunları eski bilgilerimizle kıyaslıyoruz.
Bizim sadece taş, dağ, bitki, hayvan gibi deneyimlerimiz yok, aynı zamanda, farklı varlık sistemlerinde, farklı gezegenlerde de deneyimlerimiz var. Regresyonlarımızda farklı gezegenlerde, sistemlerde deneyimleri hatırlayan danışanlarımız var ve bu deneyimi yaşarken bu sizin için gerçektir. Gerçek mi değil mi? Boyutun bilgisine geçtiğinizde bilgiler akıyor.
EARTh (Dünya Regresyon Uzmanları Birliği) yıllık toplantısına katılan bir arkadaşımız ağaç olmayı deneyimledi; ağaç kesiliyordu. O ağacın acısını, yaşadığı sezgiyi öyle derinden anlatıyor ki… Örneğin, gökyüzüne uzayışını, her bir yaprağın altında ve üstünde yaşayan canlıları, onların uyumunu anlatıyor. Ağacın bir gün kesilmesini varlıksal bir acı olarak anlatıyor. Bir ağacın kesilme deneyimi bile öz bilgisine bir acı olarak aktarılabiliyor. Köklerinden onun hayatının son bulması, onun doğal sistemine aykırı bir etkiyle sonlandırılması... Bu deneyim, kişinin bu hayatında ortaya çıkan bacak ağrılarıyla örtüşüyor.
Ve ölümle birlikte, bütün bu muhasebeler ölüm sonrasında yapılıyor. Etrafla bağlantılarımızı kestik, soyutlandık; dış tesirlerden rahatsız olmamak için. Bu sürecin rahatça sindirilmesi için böyle bir sistem öngörülmüş. Kendi toplumumuzdaki cenazeleri hatırlayalım; ölen kişinin ardından ağlamalar, feryatlar... Kimileri ölenin ardından gitti diye seviniyor, miras peşine düşüyor. Gelen bütün bu tesirleri, duygusal tepkilerimizi o varlık duysaydı, alsaydı, onlarla muhatap olsaydı ne yapardı? Kendi değerlendirmesini yapamazdı.
İlâhî Nizam ve Kâinat da şöyle denmiş, “Yüksek vazifeli varlıkların iznine onların bu süreci yönlendirmesiyle beraber ölen varlıkların dünyada kalanlarla temasa geçmelerine izin verilir.” Ama bu belli bir sistem içinde yapılır, öyle başıboş, kendiliğinden gerçekleşmez, diyor. Yani eğer siz böyle bir karşılaşma ihtiyacı içindeyseniz, yine bütün o sistemlerin desteklenmesi ve yönlendirmesiyle birlikte bunu yapabiliyoruz. O anlamda rüyalarımıza gelen bize görünen hani o son geçiş döneminde etki daha tam kapanmadan o kapanış meydana gelmeden önce bir takın karşılaşmalar mümkün oluyor. Ama sistem kapandıktan sonra artık o tesirler gelmiyor; ağlamalar varlığa ulaşamıyor. Ulaşmaması da çok iyi… Oysa o ağlamalara dünyada yaşayanlar olarak biz takılıp kalırsak bu da bizim için bağlayıcı oluyor...
EĞER biz ölenin arkasından hayatımızı yaşamıyorsak, hayatımızda engeller oluşturuyorsak -özellikle bu eşlerin ölümünde çok yaşanır- hayatta kalan eş bütün sistemlerini kapatır. Aslında bu izalasyonun dünyada da gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Sistemleri kapatıyoruz, ondan sonra da açacağız diye uğraşıyoruz. Halbuki ölümden sonra ölen kişi için bir gereklilik dolayısıyla sistem kapandı ki rahat rahat bu bilgileri sindirelim.
İlâhî Nizam ve Kâinat’ın ifadesiyle “Derin ve esaslı denetim ve muhasebe” yapılıyor. Sistemler kapandı; önümüze tüm yaşamı ve topladığımız bilgileri, deneyimleri koyduk; aynı zamanda yapılan esaslı da bir denetim var. Neyi denetlemiş oluyoruz? Varlık kendi kendine neyi denetliyor? Ne yaptık, nereden nereye gittik? Planladığım neydi, uyguladığım neydi? Bir hayat planımız, bir hayat amacımız var. Kendi kafamıza göre gerçekleştirmiyoruz tüm deneyimlerimizi.
Bu süreçler nasıl gerçekleşiyor? O kadar kolay kolay kendimize göre yapmıyoruz bu süreçleri. Ve mutlaka bize dışarıdan -dışarı dediğimiz de yine kendi varlıksal sistemimizden- gelen yardımlar var. Yani alıyoruz çeteleyi; bunu yaptım bunu yapamadım. Bunu planlamıştım, bunu gerçekleştiremedim.
Diyelim ki, İstanbul’dan Ankara’ya gidecektim. Yolda canım kebap istediği için Bolu’da takıldım. Bolu’ya kadar gittim, Ankara’ya kadar gidemedim. Halbuki planımı Ankara’ya gitmek üzere yapmıştım. Ankara’ya gidememiş olmamın muhasebesini yapıyorum. Bu kadarını yapabildim bu kadarını da gerçekleştiremedim. Sevgiyi ve vicdanı deneyimlemek için diyelim özürlü bir çocuğum oldu… Çocukla sevgiyi yaşayacaktım. Kendimden karşılıksız vermeyi deneyimleyecektim. Bu planı yaptım varlıksal olarak doğmadan önce. Ama ne oldu baş edemedim, boşandım, verdim çocuğu annesine gittim. Ne oluyor, kişi o sorumluluğu kaldıramıyor. Ve orada ne yapıyor, her varlığın seçimi başka bir sonuç yaratıyor. Bu yaşanan o özürlü çocuğun da ihtiyacı olabilir. Belki de anne terk etti gitti, babaya kaldı. Ya da her ikisi birlikte bırakıp gittiler. Çocuk yetimhaneye veya bakım evine ya da akrabalara kaldı. Ne oldu? Bütün herkes için bir sınav yaşandı, bir olay meydana geldi. Ve bunu gören biz, gözlemleyenler için de aynı şekilde bir deneyim oluştu.
Televizyonumuzu açıp pek çok olay görüyoruz. Olaylar karşısında bizim de aynı şekilde vicdanlarımıza tesirler oluşuyor. Sistem kapandığında savunma mekanizmaları ortadan kalkıyor ve varlık kendi muhasebesi ile gerçekten baş başa kalıyor.
Bir başkası sizin adınıza bu hesabı, muhasebeyi tutmuyor. Siz kendi varlığınızla bununla muhatap kalıyorsunuz. Bedensel sistemde sahip olduğumuzu, egoya bağlı olan savunma mekanizmalarımız ve akılda devrede olmadığı için de vicdan doğrudan deneyimle yüzleşiyor.
Diğer yaşamlardaki deneyimlerle birlikte bir kıyaslama oluşuyor. Kıyas bilgilerimizin uygulamasını yapıyoruz. Vicdan savunma mekanizmalarından serbestleşiyor. Yani biz aslında şu anda serbest bir vicdana sahip değiliz. Ve bu beden içinde serbest bir vicdanımız yok. Azıcık bir kalbinizin ucu yanar gibi olurken hep o kanalı değiştirerek ay dinlemeyeceğim şimdi bunları, diyoruz. Vicdanın sesini uzaklaştırıyoruz. Ve ondan sonra başka bir şeye geçiyoruz. Tesirleri hemen değiştiriveriyoruz. Vicdanımız serbest olmadığı için çok güzel kapatabiliyoruz.
Tüm bunların sonucunda, ölüm sonrasında, gerçek muhasebe ve kıyaslamalar sonucu açığa çıkan bilgilerin sonuçlarını öz varlığınıza aktarmak üzere bir fırsat elinize geçmiş oluyor.
Ölen varlığa tesirlerin gönderilmemesini sağlayan da vazifeli varlıklar. Bizimle ilgili vazifeli varlıklar ölümümüzün gerçekleşmesinden, beyin varlıklarından tutun da bu sürecin yaşanmasından sorumlu. Onların da planı ve vazifesi de bizi gözetlemek. Bizim bu süreci geçirmemize yardımcı olmak. Her yapılan fonksiyon onlarında değer kazanarak başka bir seviyeye, başka bir değere geçmelerine yardımcı oluyor. Yüce planların tam bir denetimi altında süreç gerçekleşiyor.
Peki tesirler kesilince ne oluyor buna biraz daha devam edelim. Zorunlu olarak kendimizi var olan imgeler ve bunların izlenimleriyle baş başa kalıyoruz. Eğer bir kişi öldüğü anda cehennemde yanacağını düşünüyorsa ve de onun vicdanında buna suçlu olduğunu düşündüren bir şey varsa cehennem imgeleriyle karşılaşıyor.
Cennet ve cehennem de bizim imgesel olarak sistemimizde mümkün. Eğer çok sevap işlediğini düşünüyorsa bir anlamda o yarattığı cennet imgesi içinde kalıyor.
Günahkar olduğunu ve hata yaptığını düşünüyorsa o cehennem imgesi içinde, vicdan azabı içinde kalıyor. Burada da şöyle bir şey var ki bu imgelerin hiçbiri sonsuza kadar sürmüyor; yani sonsuza kadar cennette ya da cehennemde değilsiniz. Fark etmeyle, o süreç içerisinde bunu anlamayla ve sindirmeyle değişen bir süreç başlıyor…
Regresyon vakalarımda çok karşılaştığım şeylerden bir tanesi şimdi vereceğim örnekte de var. Bir bayan danışan bu hayatta kendisini boşlukta hissediyordu. Boşlukta hissettiği için de bir türlü bir işe kalkışamıyordu. Kalkıştığı işlerde içinde tam hissetmiyordu. Bu sorununun kökeni ile ilgili onunla çalışmaya başladığımızda önce anne karnı deneyimine gittik ve “Ben dünyaya gelmek istemiyorum,” dedi. Oradan danışanı, “Doğmadan önce bu yaşamın planını yaptığın yere git,” diye yönlendirdim. Kendi ifadesiyle diyor ki, “Burada pek çok varlık var bana yardım eden ve ben aslında buraya gelmek istemedim, ama ‘gideceksin,’ dediler. ‘Dönmen gerekiyor,’ dediler ve onun için istemeye istemeye geldim.”
Peki varlık dünyaya gelmek istemiyorsa bu ne anlama gelir? Geçmişte öyle bir tecrübe yaşar ki o tecrübeyi burada tekrar yaşamak istemez. Bu noktada şöyle bir yönlendirme yaparız, “Peki bunu istememene sebep olan yere git.” Örneğin, bu vakada kendisini özürlü ve yatalak olarak bir hayatta buldu. On yedi yaşında felç geçiriyor seksen yaşına kadar yatakta hastane köşesinde yaşıyor. Ne anne ne baba var, hiç kimse yok. Zaten hiç kimseyi de istemiyor. Ve bakın şöyle diyor: “Seni ziyarete gelen var mı?” diyorum. “Yok hiçbirini görmek istemiyorum.” Ve çok uzun bir süre devam ediyor. “Olduğum yerde çürüyorum, ruhum çürüyormuş gibi, içimde öfke patlamaları var, patlamak istiyorum. Hayalimde bütün insanları öldürüp yıkıyorum, dünyayı, her şeyi parçalıyorum.”
Yatalak durumda zihinden geçenleri sordum, şöyle diyor: “Şeytanı şimdi daha iyi anlıyorum. Bu düzene karşı çıktığını daha iyi anlıyorum.” Danışanı o yaşamda ölüm anına götürüp en son duygu, düşüncesini sordum. Son düşüncesi, “Şu şeytan gelsin ve beni alsın artık; ona hayranlık duyuyorum.” Ve öldüğünde bedenden tam çıkamıyor, ayrılamıyor. Bağlı kalıyor. O kadar süre yatakta yatalak olmasına rağmen bedenden çıkamıyor. Aynı şekilde sanki bedendeymiş gibi devam ettiriyor ve ölünce de diyor ki, “Ölünce değişen hiçbir şey yok.” Nasıl yatalakken kafasında her şeyi parçalıyordu, yakıp kesiyordu, aynı şekilde devam ediyor. “Bedendeki kızgınlığım bir süre daha devam ediyor, sanki yolumu kaybetmiş gibiyim.”
“Bir şeylerin değişmeye başladığı ana git,” diyerek o süreç içerisinde danışanı ilerletiyorum. “Tepemin üzerinden bir şey çekiyor beni ışığa. Ben oraya geçmek istemiyorum. ‘Boşuna direnme geleceksin,’ diyorlar. Gelmeyeceğim sizden nefret ediyorum, iyilikten nefret ediyorum. Bana iyilik yaptıramayacaksınız. ‘Orada çöplükte mi kalacaksın,’ diyorlar. Evet çöplükte…” diyor.
Orayı tarif etmesini istiyorum. Diyor ki, “Çok kötü, çok pis…” Bakın burada kendi izlenimleri ile karşı karşıya. Kendi çöplüğünde ve kokuyu dahi alıyor. Ve o imgeler içerisinde, orada gerçekmiş gibi yaşıyor ve soruyorum: “Ölü olduğunun farkında mısın?” “Evet, farkındayım,” diyor. Ölü olduğunun, bedeni bıraktığının farkında, bir süre sonra şunu söylüyor: “Şeytan gelmedi beni yalnız bıraktı, beni o da terk etti. Gelmedi.” Bir hayal kırıklığı oluşuyor ve sonra bakın ışıktakiler arada gelip yokluyorlar. “Ben şeytanı görmek istiyorum, diyorum onlara. ‘Seni kandırdık öyle bir şey yok’ diyorlar. Çok sinirleniyorum, gücüm olsa hepsini yok edeceğim.”
“Bir şeylerin değiştiği bir ana git,” diyorum tekrar. Ve devam ediyor: “Kocaman kara delik yaratmak istiyorum, onu patlatmak istiyorum, Tanrı diye bir şey yok.” Tanrısal olan sisteme karşı tepkisi geliyor ve ondan sonra bakın ne diyor “Sonsuza kadar bunu hayal edebilirim.” Sonsuza kadar orada evrende kara delik, açtığını ve patlattığını imgeliyor. Biz kendimizi orada -ölüm sonrasında- bıraksak, vazifeliler bizi burada bıraksalar, sonsuza kadar var olan imgelerimizi döndürebiliriz.
Bu örnekte de olduğu gibi danışan o hayatta öldüğü anda evreni patlatıyordu. Sonsuza kadar patlatabilir, kara delik yaratabilir. Varlığın bu alanda vazifeliler tarafından yönlendirilmesinin bir anlamı var. Kendi kendine onun içerisinden çıkamıyor. Sonsuza kadar bu döngü, bu imgelerin içerisinde kalmaya devam edebilir. Ve ondan sonra tekrar bir şeylerin değiştiği ana git dediğimizde “Yine bana gel diyorlar ışıktakiler, ‘gel biraz dinlen’ diyorlar. Sonra tamam diyorum. Biraz dinleneceğim.”
Bakın ne oldu, direnci kırılmaya başladı. Ondan sonra “Biraz alış buraya, istediğin zaman gidebilirsin,” diyorlar. Sistem ne kadar güzel onu oltaya almış. “İstediğin zaman gidebilirsin, gel biraz dinlen.” “Aşağıda bir şey yapmam lazım. Aşağıda parçalanmış olan temizlemem gereken bir şey var, sonra yeniden gelebilirmişim,” diye söylüyorlar. Yani parçaladığı bu şeyleri tamamlamak için de tekrar oraya dönmesi gerekiyor. Yavaş yavaş sufle veriyorlar ona. Ve arkasından o kendi döngüsünün içinde devam ediyor.
Bu danışanımla “Bu özürlü hayatın da sebebine, kökenine git. Niye böyle özürlü hayatın oldu?” dediğimiz zamanda çok fazla katliam yaptığı, çok fazla kişiye kötülük yaptığı kesip biçtiği barbar bir hayata gitti. Ve onun öncesine, “Bu şekilde barbar olmana sebep olan hayata git” dediğimizde annesinin, o çok küçük yaştayken gözlerinin önünde tecavüz edildiği ve öldürüldüğü bir sahne ile karşılaştı. O da küçük çocuk olarak intikam yemini ediyor, annesinin öcünü almak için güçlü olmaya karar veriyor. Barbarlar, çocukları toplayıp alıp götürüyorlar ve kendileri gibi yetiştiriyorlar. O da intikam hırsıyla daha da kötü, daha da güçlü olmak için onlar gibi olup aynı şeyi yapmaya başlıyor. Bu intikam öyle bir hayatta yetmemiş, birkaç hayatlar boyu devam etmiş.
Sonra tecavüz edilip öldürülen anneyi çağırdık. Anne “Şu intikamı da biraz abartmadın mı?” dedi. “Tamam intikam alacaktın da, biraz abarttın.” Bakın bitmemiş işlerin etkisi hayatlar boyu devam edebiliyor. Elbette, bütün bu deneyimlerin daha da üzerine çıktığımızda, daha yukarıdan geniş bir farkındalıkla baktığımızda da danışan şunu ifade etti: “İyi hayatlarda yaşamışım kötü hayatlar da yaşamışım. İyilik de yapmışım kötülük de yapmışım ve bu özellikle felçli geçirdiği yaşamda bütün bunları nötürlemek içindi.” Buradaki enteresan nokta felçli bir hayatı nötürlemek için kullanıyor varlık. Oysa biz düz bir noktadan baktığımız zaman ne diyoruz? “Ne kadar zavallı, yani kız hastane köşelerinde kalmış, anne baba da hastane köşelerinde bırakmış gitmiş.” Ama işin diğer tarafına baktığımızda başka bir sistem kendisini tamamlıyor.
Gelişim mekanizması ve vazife planı denetimi altında vazifeliler geldiler onu tutup çektiler. Yerine göre “aşağı ineceksin” dediler. Hepsi bir organizasyon gerçekleştirdi. Bu hayattaki annesi babası hepsi o mizansene göre seçilerek geldi.
İnsanlık tarihine bakın, pek çok süreç sıkıntılı ve acılar içinde deneyimleniyor. Uzak tarihe gitmenize gerek yok. Açın televizyonları bakın, şimdi dünya insanları olarak bir takım şeyleri aynı şekilde sürdürmeye devam ediyoruz. Hala savaşlar var, sıkıntılar var, baskılar var. İnsanın insana yaptığını hayvan hayvana yapmıyor. Karnı açsa avlanıyor karnı toksa bakıyorsun ceylanların yan tarafında yatıyor; ne zaman karnı aç, gidiyor sürünün en zayıfını yakalıyor, doğal seleksiyona uğratıyor.Yani ihtiyacından olanı kullanıyor, çok farklı bir mekanizmayı deneyimliyor.
Ölümden sonrasındaki sürece tekrar dönecek olursak; vicdan örtüsü kalktığında, artık öyle yüreğimizin ucu değil yüreğimiz cayır cayır yanıyor. Çünkü ölüm sonrası sistem kapandığında yaptıklarımızın sebepleriyle direk etki olarak karşılaşıyoruz ve bu şiddetli hesaplaşmalardan sonra sindirilerek artık bir öz bilgi haline geçiyor. Daha önce verdiğimiz örnekte de olduğu gibi, zihninde o savaşları yaptı, kafasında evreni patlattı. Ne oldu? Şeytana hizmet edeceğim derken şeytan diye bir mekanizmanın aslında olmadığını, onunda ışıktan farklı bir şey olmadığını fark etti. Bir çatışmayı sonlandırdı varlık orada.
Bütün bu izlenimler değiştikten sonra farkındalık öz bilgi haline dönüşüyor. Vazifeli varlıklar ne dediler; “iyiyi de deneyimledin kötüyü de deneyimledin bunu da nötrleştirdin” Seansın devamında şunu da sordum; “Peki bütün bunların arkasındaki mekanizma ne? Varlık bunları neden seçiyor? Neden iyi olmayı da, kötü olmayı da, nötrlemeyi de seçiyor?” Cevap şöyle geldi; “Ruhun ışığının daha derinleşmesi için, maddenin içerisinde daha derinleşmesi için.” Bu seansı İlâhî Nizam ve Kâinat çıkmadan iki gün önce yapmıştık. Kitabı okuduktan sonra bu ifadenin ne kadar doğru olduğunu tekrar anladım.
Ruh varlığı bu maddelerin içerisinde bu uygulamaları yapa yapa tesiri ile beraber derinleşiyor; gerçekte madde ve ruh direk iletişim içerisine girmiyor. Ruhun ışığının maddenin içinde daha derinleşmesi, aslında tesirinin derinleşmesi anlamında... Işık, ruhtan gelen tesiri temsil ediyor. Tesirler geldikçe maddenin içerisinde mizansenler, olaylar yaşayarak ve bütün bunları her boyutta deneyimleyerek ruhun ışığını yani tesirlerini madde içerisinde daha derinleştiriyoruz, böylece öze giden bilgi artıyor. Kitap aynı zamanda ruhun tekamülünden bahsediyor. Ruhun tekamülünden: “ Şu anda ruhun neden tekamül içerisinde, ihtiyacı içerisinde olduğunu anlayamazsınız” yani bizim şu an ki anlayışımızla bunun sebebini bilmek o kadar da mümkün değil. Belki o değer farklanması ile bizde daha farklı idraklere geçtiğimizde biraz daha farklı anlayabiliriz. Şu anki idrakimiz içinde neden ruh böyle bir mekanizmayı seçmiş onun çok arkasını göremiyoruz.
O ilk ilkeyi sorgulamamız gerekiyor. İlk ilkeye göre, bu sisteme karşılıklı ihtiyaç var. Madde de ancak bu tesirler geldiği zaman harekete geçiyor. Maddenin öyle yapısı var ki gelen tesirlere de farklı değerlerde cevap verebiliyor. Demek ki madde de başıboş değil, bomboş bir şey değil. Sadece tesir olmadığı zaman hareketsiz yapıda olan maddeye amorf madde denmiş. Kitabın başında çok güzel anlatmış o sistemi. Biz şu an sadece tesirle karşılaşmış ve harekete geçmiş maddeyi deneyimliyoruz.
Aslında hata ya da yanlış diye bir şey yok; sonuçlar var. Yaşamsal seçimlerin sonuçları var. Ben de geçirdiğim özürlü hayatın sonucunu alıyorum. Kesip biçtiysem onun sonucunu alıyorum. Ve bütün bunları geçmişteki deneyimlerimle kıyaslıyorum, sentezlerini yapıyorum. Bu hesaplaşma sırasında varlık çok şaşırtıcı şeylere düşebilir. Danışan, “Şeytanı istiyorum,” dedi. Sonra gördü ki, şeytan diye bir şey yokmuş. Bir bakıyorsunuz ki aslında orada Tanrı’ya kızgın. “Nasıl böyle bir şey olur?” diyor. Sistemi bilemediği için anlamadığı için kızgın, taki olduğu anlayış seviyesinden yükselip hayat planına bakıp vazifeli varlıklarla karşılaşıp gerçek niyeti, planı anlayıncaya kadar. Bu da dünyasal bir kızgınlık. Yukarıda ne yanlış ne hata var, varlık için sadece deneyim söz konusu.
Şaşırtıcı durumlar hepimizin başına geliyor. Karışıklık ve şaşkınlık durumu olarak ifade edilmiş. Bu durum sonsuza kadar mı devam ediyor? Bizler için sonsuz denilen şeyler de aslında sonlu. Örnekte de gördüğümüz gibi ufak ufak tesirlerle kapanmış olduğu zırhından, izalasyon halinden çıkarılmaya başlıyor. Varlıklar gelip gelip ara ara kontrol ettiler. Sonra ne dediler “ya gel sen de yukarıya, azıcık dinlen” Ardından da, “Buraya geldin ama sonsuza kadar burada kalamazsın yine geri dönmen lazım. Daha bitirmemiş işlerin var,” dediler ve dünyaya doğması için geri yolladılar. Bakın bütün bu mizansenlere, bize kitabın anlattığı o süreçler çok güzel oturmuş.
Yukarıdan yani ilahi sistemden varlığa tekrar yardımcı tesirler gelmeye başlıyor ve bunları da gönderen vazifeli varlıklar var. Boşu boşuna kendiliğinden gelmiyor bu tesirler. Ve böylece ne yapıyoruz; karışıklık ve şaşkınlıktan kurtuluyoruz.
Michael Newton’un Ruhun Yolculuğu ve Ruhun Kaderi kitaplarında çok benzer anlatımlar var. İlâhî Nizam ve Kâinat ile uyumlu verilen örnekler var ölüm sonrası aşamalar için.
Ayrıca İlâhî Nizam ve Kâinat bireysel ve toplumsal plan kavramlarından bahsediyor. Yani bizim tek bireysel planımız yok. Aynı zamanda toplumsal planında parçasıyız. Annenizin planıyla, İstanbul’un planıyla ya da Türkiye’nin planıyla ya da dünyanın planı ile çatışmayan ama örtüşen ve bir uyum içerisinde buraya bedenleniyorsunuz. Kitap diyor ki, “Ve varlık bu plana istekle bağlıdır. Esenliğin ancak bu planın uygulanması ile sağlanabileceğini taktir eder.”
Bunu nerede taktir ediyoruz; daha gelmeden yani bedenlenmeden önce. Doğduğumuzda, bu verdiğimiz sözü unuttuğumuz için “Tanrım beni baştan yarat!” feryatları içine giriyoruz. Ondan sonra “Batsın bu dünya!” şarkıların söylemeye başlıyoruz ve bunu bizim toplumumuz çok güzel yapıyor. “Niye her şey de benim başıma gelir,” diyoruz.
Bir taraftan teslimiyetçi de bir tarafımız var. Bir taraftan da bu kadar kabullenmeyen bir tarafımız var. Bu ülkenin değişik bir boyutu... Acıların çocuğunu oynuyoruz. Halbuki ne diyor? “Bu plana istekle bağlanır.” Ama burada unuttuğunuz şey ne? Varlığımıza yukarıda verdiğimiz söz... Aynı şekilde bu sözü unutmamız ve bu hayat planına karşı çıkışlarımız var. Bu sözü tutmadığımız zaman içerisinde de işte bu ıstıraplar, depresyonlar başlıyor.
Bir kişi bana depresyon şikayetiyle geliyorsa ben onda şunu sorguluyorum; acaba varlığında yapması gerek ve yapmadığı şey ne? Pek çok kişi depresyon ilaçları alıp duruyor. Halbuki en arkasında bakılması gereken şey; “Bu kişi varlığına ne söz verdi de ona uymadı ve onun içinde varlığını böyle bir baskılamaya ve kapatmaya gitti?”
Regresyonla buna bakmamız mümkün olabiliyor. Çünkü kişiyi bakamadığı şeylerle bir nevi yüzleştiriyorsunuz. Yani varlığına söz verdi, planına sadık kalacağına söz vererek bedenlendi. İntihar bu sözleri tutamamanın en önemli noktalarından bir tanesi ve varlığa çok ıstırap veren bir noktası.
Regresyonlardan gözlemlediğimiz bir şey var: Bir kişi bir kere intihar döngüsüne yani yaptığı plana sadık kalamayarak intihar ettiğinde, birkaç hayatlar boyunca bunu tekrarlamaya devam ediyor; ta ki onu aşıncaya kadar. Bu çok ıstıraplı bir süreç çünkü intihar umudun tükendiği nokta. Kişinin kendi o an içerisinde artık hayattan hiçbir umudu kalmıyor. Oysa umudu tüketenler de yine bizleriz. Kendi kendine umut tükenmiyor, bizim yaptığımız plana aykırı seçimlerimizle, yan yollara sapmalarımızla beraber öyle bir şekilde ana yoldan sapıyoruz ki artık ana yolun ışığı görünmez oluyor. O anda da varlık pimi çekiyor. Ve bunun ne kadar ıstıraplı bir süreç olduğunu İlâhî Nizam ve Kâinat da çok güzel anlatmış ve demiş ki; “Bizim o sadık kalacağımız her şeye rağmen hayata tutunarak orda neyse halledemediğimiz ona dönmek üzere çabalar göstermemiz lazım.”
Sizler de yaşamlarınıza dönüp bakın. Eğer kendiniz depresif, yolunuzu kaybetmiş, bir yere gidemiyor, tıkanmış kalmış hissediyorsanız; bu, hayatınız için acil olarak önlem almanız ve harekete geçmeniz gerektiğini gösteren en büyük sinyallerden bir tanesi.
Comments