Pek çoğumuz bu hayatta arayış içerisindeyiz. Halbuki basit bir yaşam sürüyor olabiliyoruz. O zaman da kendimize soruyoruz: “Peki benim bu yaşamdaki amacım nedir?” Oysa hayat amacımız dediğimizde çok ulvi, çok yüksek şeyler bekleyebiliyoruz.
Bu yaşama bedenlenirken, her birimizin varlığının belli bir öğreniş amacı var. Yaşamda ilerlediğimiz yol bazen bu amaca hizmet ediyor. Bazense biraz bu yolun dışına taşıyor.
Bazen yaşam amacımızla karşılaştığımızda korku hissedebiliyoruz. Bizler hayatta ilerlerken korkularımızın neler olduğunu, neyle uğraşmamız gerektiğini çoğu zaman bilmiyoruz. O nedenle de bilgi yamyamı şeklinde pek çok şeye el atıyoruz. Zihnimizde uçuşan sürüyle konu var. Oysa artık bütün bilgiler önümüzde; bunların içinde kendimize en uygun olanını seçip onu uygulamamız gerekiyor.
Korkularımız konusunda çalışırken bizler en büyük ilerlemeyi onları tespit ederken yapıyoruz; hani derler ya bir şeyi tespit etmek onu yapmanın yarısıdır. Gerçekten bizim zihnimizde yetiştirilişimizden, içinde bulunduğumuz toplumdan, anne babalarımızdan, öğretmenlerimizden ve yaşadığımız çevreden gelen o kadar çok kalıplar ve sesler var ki, belki bu korkular bize ait de olmayabilir.
O nedenle birinci olarak, “Benim yaşam amacım ne?”, ikinci olarak “Yaşam amacım nerede, hangi yönde?”, üçüncü olarak da, “Ben yaşam amacımın hedeflediği yolda ilerliyor muyum?” sorularını sorabiliriz. Onun arkasından pek çok soruyu daha eklemek mümkün. “Önümde engeller var mı ve bu engelleri kaldırmak için ne yapabilirim?”
Hayatta hepimiz bir şeyleri istiyoruz. Bir şeye ulaşmayı hedefliyoruz, ona ulaştığımızda başka bir tanesi beliriyor. İstekler giderek saçaklanıyor. Acaba her istediğim yaşam amacıma hizmet ediyor mu? Yaşam amacımızla, hayat planımızla uyumlu olarak istediğimiz şeyler mi? Seçimlerimiz yaşam amacımızı ne kadar destekliyor?
Bazı istediklerimiz çok arzuladığımız halde gerçekleşmiyor. Çok istiyorum olmuyor. Bazen de içimizde engeller beliriyor. En büyük obsessiyonu kendi kendimize korkularımızla yaratıyoruz. En büyük engellerimiz; “yapamam”, “bunu başaramam”, “hak etmiyorum” vb.
Oysa dünyaya gelmeden önce yaşam planı yapıyoruz. Yaşam planı nedir, nasıl bir plandır?
Spiritüel bakış açısından baktığımızda hepimiz varlıklar olarak dünyaya gelmeden önce o yaşamımızda neler öğreneceğimizi, ne tür ilişkiler içerisinde olacağımızı, annemizi babamızı, doğduğumuz yeri planlıyoruz.
Robert Schwartzman’ın Meta Yayınlarından çıkan Cesur Ruhlar adlı kitabında çok güzel bir ifade var:
“Gerçek kimliğimizi yani muhteşem, aşkın ve ebedi ruhlar olduğumuzu idrak etmek hayatın zorlayıcı deneyimlerini aşmamızın bir yoludur. Yani aslında bizim varlıklar olarak çok daha engin, geniş şuurda, burada dediği gibi aşkın ve ebedi bir tarafımız var. Ama bu aşkın ve ebedi olan tarafımızı burada beden içerisine soktuğumuz andan itibaren o enerjiyi daralta daralta bu bedene kadar indirgiyoruz.”
O zaman da şöyle düşünelim; bir barajda üretilen bir elektrik enerjisi var , o enerjiyi alıp olduğu gibi buraya getirebilir misiniz? Getiremiyoruz. O enerjiyi dirençler vasıtasıyla düşüyoruz, ve de odamızda yanan ampulün derecesine kadar indirgiyoruz.
Yeni bilgilerimiz bize ruh ve madde ilişkisinin tesirler aracılığıyla olduğunu, ruhun bedenin içinde (maddenin içinde) direkt bulunmadığını ifade ediyor.
İlk doğduğumuz zaman bebekler daha çok zamanını uykuda geçirirler, güzel rüyalar görürler, arada gülümserler. Siz o bebeğin fotoğrafını, aura makinasıyla, kirliyan fotoğrafçılığyla çektiğinizde çok daha etrafındaki alanın mesela kök şakrasının çok net oluşmadığını görürsünüz. Daha çok pembeli, morlu, mavili bir aura alanı görürsünüz.
Yani bir bebek doğduğu anda ruhsal varlığıyla daha çok bağlantılıdır. Ölen bir insanın kirliyan fotoğrafçılığıyla fotoğrafını çektiğinizde aynı şekilde kök şakrasının giderek zayıfladığını o kırmızı şeyin azaldığını yine aynı şekilde sanki bir bebeğin aurasına döndüğünü görüyoruz.
Halbuki bizler bedenimiz fonksiyonunu yürütürken daha çok dünyaya bağlıyız.
Çünkü yaşam onu gerektiriyor. Yaşam dünya üzerindeki enerjileri kullanarak devam etmeyi ve tüm bu sistemler içerisindeki bir bütünlüğü gerektiriyor.
İşte burada yaşam planı dediğimizde doğmadan önce nerede doğacağımızı, hangi anne baba, hangi ülkede ve de daha çok ruhsal anlaşmalar dediğimiz doğmadan önce belirliyoruz…
Örneğin, benim Tülin olarak sabrı öğrenmeye çok ihtiyacım var. Benim hayat amacım gayet basit olabilir. Bu yaşamdaki hedefim gerçekten sabırlı olmayı öğrenmek olabilir. Bu arada bu doğru bir şey benim açımdan. Ben bu hayatta biraz sabırlı olmayı deneyimliyorum.
O noktada doğmadan önce ben Tülin olarak anlaşmalar yapıyorum; annemi babamı seçerken bana en çok sabır deneyimi konusunda ders öğretecek, benim onu aşmamı sağlayacak anlaşmalar içerisinde oluyorum. Ruhsal rehberler, vazifeli varlıklar devrede ve tüm detalara göre her şey planlanıyor. Muhteşem bir sistem var. Hiçbir varlığın ihtiyacı birbiriyle çelişmiyor. Tabi ki bizim şu anki şuurumuzla, şu anki zihnimizle olan bir şey değil.
İyi, kötü, güzel, çirkin, doğru, yanlış buradaki dünya realitesinde olan bir şey. Daha yüksek anlayışla baktığımız zaman bedenlenmeden önceki boyut için iyi, kötü, güzel, çirkin yok. Orası için öğrenilecek ve aşılması gereken bir hedef var. Bunun için oluşturulacak olan mizahsenler var ve her varlık gönüllü olarak birbirinin iradesini çelmeyecek şekilde bu konuda anlaşmaya varmış oluyor.
Robert Schwartz’ın Cesur Ruhlar’da paylaştığı bir örnekne, bir bayan sağır olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu ve okul dönemleri çok zor geçiyor. Özellikle zenci ve de sağır olduğu için okulunda arkadaşları tarafından yargılanıyor. Robert Scwartz ile bir deney yapıyorlar. Bu deney sonucunda onun doğum öncesi planına bakıldığında şöyle bir şey ortaya çıkıyor. Bir önceki geçmiş yaşamında daha çocukken 3-4 yaşındayken annesinin birlikte yaşadığı erkek arkadaşı tarafından fiziksel olarak şiddete maruz kaldığı ortaya çıkıyor. Bir gün oynarken annesi ve erkek arkadaşı kavga etmeye başlıyor. Annesi şiddete maruz kalıyor.
Çocuk duyduğu kavga, sesler, bağırışmalar ve konuşmalardan sonra kendi kendine “Bir daha bu sesleri duymak istemiyorum,” diyor.
Daha sonra bir silah sesi duyuluyor. Erkek arkadaşı annesini vuruyor. Sonra bir el daha ateş ediliyor annesini vuran adam kendisini de öldürüyor. Çocuk çok küçük olmasına rağmen bunlara şahit oluyor.
Ülkemizde de gazeteleri açın, 3. Sayfa haberlerinde buna benzer pek çok olaylar vardır. Biz de toplum olarak da bu tür travmalara çok da uzak değiliz.
İşte bu noktada ruhsal varlık böyle bir kötü deneyimi yaşadığında bir sonraki hayatında dünyaya gelirken bedeli ne olursa olsun bu travmayı iyileştirebilmek için dünyaya sağır olarak gelmek istiyor.
İnsan hiç hayatında sağır olmayı seçer mi, engelli olmayı seçer mi? Bu düzlemden bakarsanız deli olması lazım. Ama spiritüel bakış açısıyla baktığınızda o yaşamdan ne öğrendiğine bakarsanız gerçekten farklı bir yönde bu işin farklı bir yönüyle karşılaşıyorsunuz.
Peki bunları bilmek bize ne getiriyor? Hayatın zorlayıcı deneyimlerini aşmamız konusundaki itilimi, yardımı, farkındalığı sağlamış oluyor. Yoksa ne yapıyoruz?
Biz toplum olarak arabesk edebiyatını seviyoruz. “Tanrım beni baştan yarat.”
“Hep benim başıma geliyor.” “Hayatta hep bu çileden kurtulamadım,” diye ağlayıp duruyoruz. Bizler bu çileyi seviyoruz da... Çünkü duygusal olarak da bundan besleniyoruz.
Cesur Ruhlar’da şöyle deniyor:
“Hayatın içinde bizi zorlayan durumlar kendimizi birer ruh olarak hatırlamamıza yönelik çağrılardır.
Her zorluğun içerisinden geçerken aslında varlığımızın özümüzü hatırlama yönünde bir çağrısı var.”
Bu nedenle de ıstıraba yol açan bir olayın etkisi eninde sonunda hafifleyecektir.
Bunu da unutma denen bir mekanizmayla yaşıyoruz. İyi ki unutma denen bir mekanizma var.
Düşünsenize çektiğiniz bir acıyı hep hissetseniz, yaşadığınız bir travma hep devam etse nasıl olurdu? O nedenle bu dünya üzerindeki insanı dengeleyen mekanizmalardan birisi unutma mekanizmasıdır. Oysa bazen biz bunları unutmamak için, o acıdan kurtulmamak üzere döngüler meydana getiriyoruz. O döngüleri ancak kırdığımız anda hayatımıza farklı bir bakış açısıyla devam edebiliyoruz.
Yaşamdaki döngüleri nasıl kırabiliriz? Varlık, “Artık yeter ben bunu yaşamak istemiyorum. Bunu değiştirmek istiyorum,” dediği anda ya da korkularının farkına vardığı anda devam eden düzen, dönüp dönüp aynı şeyi tekrarlayan plak artık başka bir seviyeye, başka bir enerji boyutuna, başka bir frekansa geçmiş oluyor. İşte o noktada çözümlemeleri yapmak ve bunları değiştirmek mümkün. O noktada da acılar etkisini yitirmeye başlıyor.
Çok fazla korkularımız var. En büyük ve temel korkularımızdan birisi de başarısızlık.
Gerçekten hepimizin içerisinde yaşam amacımızda başarısızlığa uğramak, iş hayatımızda başarısızlığa uğramak.
Geçenlerde yedi aylık doğum yapmış, 1200 gr.lık prematüre bebeği olmuş bir anneyle konuşuyordum. Doğum sırasında yaşadığı ilk şey, “Annelik konusunda başarısız oldum. Çocuğumu normal zamanında dünyaya getiremedim,” dedi ve en büyük yaşadığı korkunun ve hissettiği şeyin o olduğunu ekledi. Şimdi çocuğu 2,5 yaşında ve çok sağlıklı.
O annenin varlığında gelen bir şey var. Her ne olursa olsun bir başarısızlık korkusu... O nedenle bu korku bizi hapsetmişse ve varlığımızın içerisine yerleşmişse biz zaten buna inandığımız için, zaten böyle olduğuna şartlandığımız için hep kendimizi başarısız durumlara düşürüyoruz ve kendimizi sabote ediyoruz.
Regresyon çalışmalarında, uygulamalarımızda gördüğümüz bir şey var:
Örneğin bir kişi geliyor, “Ben bir işe başlıyorum, sonuna geliyorum ve ondan sonra içime bir korku geliyor; vazgeçiyorum,” diyor. “Kendi kendimi sabote ediyorum, ilişkilerimi de sabote ediyorum, işimi de sabote ediyorum. İşimi kuruyorum, bir yere getiriyorum, ondan sonra hep başarısızlığa uğruyorum.” “Çok evlenmeyi istiyorum. Karşıma iyi insanlar da çıkıyor ama o noktaya geldiğimde bir bahane buluyorum o ilişkiyi de sabote ediyorum gene başarısızlığa uğratıyorum.” Bunlar hepimizin yaşamında olan şeyler.
Çocuğu olmayan annelere bakıyorsunuz. Şuur altında öyle bir korku var ki her tüp bebek denemesini başarısız çıkarıyor, bebek tutmuyor.
Tüm bu döngülere baktığınızda, şuurdışında çok farklı korkularla sebep olarak karşılaşabiliyorsunuz.
Aslında ruhsal dünyada böyle bir ayırım yok. İyi-kötü, güzel-çirkin, biz-onlar, doğru-yanlış hep bu dünyada, bu düzlemde mevcut. O nedenle aslında tüm karşılaştığımız olayları hep birer sınav gibi algılıyoruz. Onun için de hep bir başarı ya da başarısızlık kaygımız oluyor. Halbuki varlık her türlü olanağa, her türlü fırsata önünde sahip.
Diyelim ki intihar ettiniz. İntihar edenlere ne oluyor? İntihar da sonuçta baktığınızda bir yaşam planı başarısızlığı olarak görülebilir. Umudun kalmadığı zamanda intihar oluşuyor.
Bir regresyon uygulamasında geçmiş yaşamlarında intiharı olan vakaları incelediğimizde bir kere intihar ediyorsa ve o noktaya geliyorsa, arkasından birkaç hayatta da bunu başarıncaya kadar, varlıksal olarak o bilgiyi alıncaya kadar intihar döngüleri yaşayabiliyor. Ve genelde de öldüğü andaki son duygu olarak da “başaramadım ve yapamadım” duygusunun öne çıktığını görüyoruz. Ne zaman ki başaramadığı o konuda farklı bir açılım meydana geliyor, o kısır döngüyü kırıyor, işte o zaman o düzlem ortadan kalkıyor.
İntihar bir başarısızlık mıdır? Varlıksal açıdan baktığınızda size verilmiş olan bir hayatın imkanlarını ve oradaki aşmanız gereken bir zorluğu aşamamış oluyorsunuz. Ve o noktada dahi hem o varlığın iyileşme alanı ölüm sonrasında yaşadığı, aldığı yardımlar ve daha sonraki tekrar tekrar dünyaya gelmelerine baktığınızda orada bile bir cezalandırma değil. O varlığın onu aşabilmesi için yaratılmış imkanlar var.
Tanrı’nın rahmeti sonsuzdur denir ya, dinsel metinlerde öyle bir ifade vardır. Ben bunu şöyle algılıyorum ya da yorumluyorum: Varlığın önündeki imkanlar sonsuzdur. Varlığa verilmiş olan imkanlar sonsuzdur. Kullanırsınız ya da kullanmazsınız. O zaman da iradelerimiz devreye girmeye başlıyor. Bazen biz bunu şu andaki irademizle göremiyoruz.
Oysa daha yüksek varlıksal irademizle bunları görebiliyoruz. Ayrıca yardımlar da alıyoruz. O planları tek başına yapmamış oluyoruz.
İntihar keyif midir değilmidir. Ben onu tartışmayacağım. Sadece regresyon terapisinde bakıyorsunuz ki intihar noktasına geldiğinizde, varlığın kendisine koymuş olduğu bir hedeften, o hayattan bir vazgeçişi var. O koyduğu yaşam amacına yaptığı planı devreden kaldırıyor.
Ben bu planı yapmıştım. Aslında benim hedefim İstanbul’dan Ankara’ya gitmekti ama Kocaeli’ne geldiğim anda öyle zorluklarla karşılaştım ki ben o yolu bıraktım. Planı bıraktım ve Ankara’ya gitmekten vazgeçtim. Ama benim yaşam amacım Ankara’ya gitmekti. O yolu gitmem gerekiyor. Ama ayağımdaki ayakkabılar o kadar kötüydü ki, yollar o kadar kötüydü ki, İzmit’e gittiğimde nefesim tükendi. O yolu giderken pek çok seçimlerimiz olabilir; yürüyerek gitmeyi seçebilirim, arabayla da gitmeyi seçebilirim, bisiklete binmeyi de seçebilirim. Ankara’ya uçakla gitmeyi de seçebilirim. Hedefim Ankara’ya gitmekse bunun için önümde pek çok yol var.
Diyelim, benim Tülin olarak biraz bu işin sabrını, bu işin inceliğini öğrenmem lazım. O zaman ben yürüyerek gitmeyi seçiyorum. O zaman ona göre yola çıkıyorum. Ama bir sonrakinde diyebilirim ki, ben bu yola yürüyerek gitmeyi seçtim ama başarısız oldum. İzmit’e varmadan planı ortadan kaldırdım. Bir dahakine bisikletle gitmeyi seçebilirim. Bu sefer de Bolu’ya geldiğimde vazgeçebilirim. Bolu’ya geldiğimde şunu idrak edebilirim.
Ankara’ya gitmek çok uzun bir yolmuş. Benim arabaya ihtiyacım var. Arabayı alarak o hayata gelirim, bu sefer arabayla giderim. Yeterli benzin almadıysam Bolu’nun dağına tırmandığımda yolda kalabilirim. İşte döngü böyle devam ediyor. Bir sonraki gelişimde o arabaya benzin koymam gerektiğinin farkına varırım. Bu sefer geldiğim hayatta hem arabam hem benzinim vardır. Ankara’ya ulaşırım ve bu işi tamamlarım. Hedefim tamamlanmış olur.
Elizabeth Kübler Rose’un çok güzel kitapları var. Yaşam deneyimlerinden, hayattan anlattığı ve zorlukların bize neler öğrettikleri ile ilgili kitapları var. O kitaplarından birinde diyor ki:
“Vadileri kasırgalardan muhafaza etseydiniz bu kasırgalardan sonra ortaya çıkan güzellikleri asla göremezdiniz.”
Doğa da öyle değil mi? Doğanın da bir dengesi vardır. Her kasırganın arkasında bir sakinlik vardır. Oysa bizim de her sessizliğin arkasından da bir fırtına gelecek diye de bir beklentimiz var. Demek ki yaşamın içerisindeki güzellikleri ve o önemli anları da keşfetmemiz ve onların içerisinde olmamız lazım.
O nedenle de sınıfta kalmak diye bir şey yok. Önümdeki hedefe gidiyorum. Ya da hedefim sağımda mı, solumda mı, önümde mi, nereye gideceğim? Bu bir sınav değil. Tüm olanlar bizim alacağımız derslerle, uygulamayla ilgili.
Hani oyunlar vardır. Bir yere gidersiniz. İkiye ayrılır. “Evet” ya da “hayır”. “Hayır”ı seçersiniz oraya gider, “evet”i seçersiniz buraya gider. Her bir seçim sizi başka bir sonuca götürür. Hayatımızda da aslında o nedenle kusurlu ya da yanlış olan bir şey yok. Ama hayat planımızla örtüşmeyen, uyumlu olan ya da olmayan şeyler var.
O nedenle de yaşamınızda gözlemleyin. İstediğiniz bir şey sürekli istediğiniz halde olmuyorsa, orada neyle ilgili bir direnç var? Neden yaşam bunu size getirmiyor acaba? Gerçekten sizinle uyumlu mu değil mi? Ben bunu çok istiyorum ama gerçek ihtiyacım olduğu için mi istiyorum, egomdan dolayı mı istiyorum? Bazen de içimizdeki ego o kadar büyük noktalarda oluyor ki egoyu bizimle aynı seviyeye indirmemiz gerekiyor.
Kendini bilme öğretisinde bir benzetme vardır. Atlar duyguları simgeler.
Diyelim atlar yani duygular koştura koştura gidiyor. Şimdi önce ben sürücü olarak elimde dizginlerim olduğunu bileceğim. Sürücü zihni ifade eder. Ben zihin olarak, atlar duygularımsa onları kontrol edeceğim. Yoksa atlar yani duygular istediği yöne gider. Elimde dizginler var.
Ben o dizginleri nasıl yönlendireceğimi bilmiyorum. Öyle bir sert çekiyorum ki atların dişleri ağızları yırtılıyor. Dizginleri bir sağa çekiyorum, bir sola çekiyorum. Atların biri sağa biri sola gidiyor. Denge şaşmış oluyor. O zaman o duyguları yavaş yavaş, hafif hafif ve de gideceğiniz yöne doğru çekerek yön verirsiniz. Duygularımızı da incitmeden onları yok etmeye çalışmadan ama onları kontrol ederek, onlara da hakkını vererek, bedenimize hakkını vererek...
Öfkemizi ancak bize zarar verdiği anda ben bundan kurtulmalıyım diyoruz. Öfkemi nasıl idare edebilirim diye soruyoruz.
Çok duygusalım, diye ifade ediyoruz. Duygulu olmak iyi bir şey. Empati kurmanızı sağlar. O kişinin yerine kendinizi koyarak ne tür bir durumda olduğunu anlarsınız. Duygusal olmak ise başka bir şeydir. Duygularınız sizi yönlendiriyor demektir.
Bazen bir film seyrediyorum, film olduğunu bildiğim halde oradaki insanın yaşadığı şey bende bir his bende bir şey yaratıyor. Yerine göre ağlıyorum, yerine göre gülüyorum. İçimde bir sızı oluşuyor. Bu iyi bir şeydir. Bizim kendi aramızdaki bağı kurmamız ve birbirimizi anlamamız açısından önemlidir. Oysa ben bu duygularımı duygusallığa çevirirsem, “Ne yapayım ben çok duygusalım,” diye kaprisler yaparsam, ilişki içerisinde olduğum insanları çileden çıkarırsam, kontrolsuz bir hale getirirsem her şeyi o zaman duygusallığımın esiri olup atları başı boş bırakmış olurum. Duygulu olmak iyi bir şeydir, aksine aşırı duygusal olmak kontrolsüz atlara benzer. O nedenle de yaşadığımız her şeyi de, karşılaştığımız her engeli de aşılacak bir şey olarak görmek lazım.
Uygulamalarımda bazen NLP (neuro linguistik programlama) denen yöntemi de kullanıyorum. Danışana diyorum ki “Bunu görmene (elde etmek istediği her neyse) ya da bununla aranda bir engel var mı?” “Evet” diyor. “Peki bu bir duvar olsaydı ne kadar yükseklikte olurdu?” diye soruyorum. “Üç metre” diyor. “Hadi bunu şimdi zihninde 2 metreye indir, sonra 1 metreye, sonra 30 cm.e indir. Bak bakalım bunun arkasında ne görüyorsun? Bunun üzerinden atlayabilir misin atlayamaz mısın?” Üzerinden atlatıyorsunuz.
İnsanın kafasında, zihninde koymuş olduğu bir engeli gerçekten bu kadar basit bir şekilde yıkabiliyorsunuz. Engelin ortadan kalkmasıyla bakış açımız açılmış oluyor.
Her zaman o kadar da çok bakış açınızın açıldığını, o an hissedemeyebilirsiniz. Bu bakış açınız siz yaşam içerisinde ilerledikçe daha da genişler. Zihinlerimizdeki engelleri kırmak, hayat amacımız önündeki engelleri aşmakla paraleldir.
Durarak, uykuda kalarak engelleri aşamayız. Engelleri kırmak için aktif hale geçmemiz gerekir. Biz çok fazla şeyi biliriz ama çok fazla şeyi uygulamayız. Çok zor gelir bize. O eğitimden bu eğitime koşarız. Eğitimlerde “vallahi de yapacağım,” diye kendi kendimize binlerce söz veririz. Kapıdan çıkar çıkmaz unuturuz, uykuya dalarız.
Bazen de kuşkucuyuzdur. Başkası uygulasın da göreyim bir bakayım, deriz. O yöndeki yaklaşımlarımız aslında temel olarak korkularımızdan ileri geliyor. Kadınlar farklı şeyleri deneyimleme konusunda daha cesaretliler. Bunu itiraf etmeliyim. Düzenlediğimiz atölye çalışmalarında çoğunluğu kep kadınlar oluşturuyor.
Çok güzel bir ifade var. “Nefretin bir vibrasyonu vardır. Tanrıdan ayrı düşmüşlük hissinin, reddetmenin, korkunun hep birer vibrasyonu vardır.”
En büyük yalnızlık duygusunu aslında kendi varlığımızdan kopuşta yaşıyoruz. Regresyon çalışmalarında çok fazla yalnızlık korkusuyla karşılaştığım durumlar oldu. Bunun ilk kökenine gittiğiniz zaman bırakın bu geçmiş yaşamları, temelinde “kendi varlığımızdan koparak dünyaya gelmiş olmak, kendi varlığımızdan ve yüksek benliğimizden ayrı düşüş” bile bir yalnızlık yaratabiliyor. Bir korku yaratabiliyor.
Yaşamdaki döngüleri nasıl kırabiliriz? Varlık, “Artık yeter ben bunu yaşamak istemiyorum. Bunu değiştirmek istiyorum,” dediği anda ya da korkularının farkına vardığı anda devam eden düzen, dönüp dönüp aynı şeyi tekrarlayan plak artık başka bir seviyeye, başka bir enerji boyutuna, başka bir frekansa geçmiş oluyor. İşte o noktada çözümlemeleri yapmak ve bunları değiştirmek mümkün. O noktada da acılar etkisini yitirmeye başlıyor.
Çok fazla korkularımız var. En büyük ve temel korkularımızdan birisi de başarısızlık.
Gerçekten hepimizin içerisinde yaşam amacımızda başarısızlığa uğramak, iş hayatımızda başarısızlığa uğramak.
Geçenlerde yedi aylık doğum yapmış , 1200 gr.lık prematüre bebeği olmuş bir anneyle konuşuyordum. Doğum sırasında yaşadığı ilk şey, “Annelik konusunda başarısız oldum. Çocuğumu normal zamanında dünyaya getiremedim,” dedi ve en büyük yaşadığı korkunun ve hissettiği şeyin o olduğunu ekledi. Şimdi çocuğu 2,5 yaşında ve çok sağlıklı.
O annenin varlığında gelen bir şey var. Her ne olursa olsun bir başarısızlık korkusu... O nedenle bu korku bizi hapsetmişse ve varlığımızın içerisine yerleşmişse biz zaten buna inandığımız için, zaten böyle olduğuna şartlandığımız için hep kendimizi başarısız durumlara düşürüyoruz ve kendimizi sabote ediyoruz.
Regresyon çalışmalarında, uygulamalarımızda gördüğümüz bir şey var:
Örneğin bir kişi geliyor, “Ben bir işe başlıyorum, sonuna geliyorum ve ondan sonra içime bir korku geliyor; vazgeçiyorum,” diyor. “Kendi kendimi sabote ediyorum, ilişkilerimi de sabote ediyorum, işimi de sabote ediyorum. İşimi kuruyorum, bir yere getiriyorum, ondan sonra hep başarısızlığa uğruyorum.” “Çok evlenmeyi istiyorum. Karşıma iyi insanlar da çıkıyor ama o noktaya geldiğimde bir bahane buluyorum o ilişkiyi de sabote ediyorum gene başarısızlığa uğratıyorum.” Bunlar hepimizin yaşamında olan şeyler.
Çocuğu olmayan annelere bakıyorsunuz. Şuur altında öyle bir korku var ki her tüp bebek denemesini başarısız çıkarıyor, bebek tutmuyor.
Tüm bu döngülere baktığınızda, şuurdışında çok farklı korkularla sebep olarak karşılaşabiliyorsunuz.
Aslında ruhsal dünyada böyle bir ayırım yok. İyi-kötü, güzel-çirkin, biz-onlar, doğru-yanlış hep bu dünyada, bu düzlemde mevcut. O nedenle aslında tüm karşılaştığımız olayları hep birer sınav gibi algılıyoruz. Onun için de hep bir başarı ya da başarısızlık kaygımız oluyor. Halbuki varlık her türlü olanağa, her türlü fırsata önünde sahip.
Diyelim ki intihar ettiniz. İntihar edenlere ne oluyor? İntihar da sonuçta baktığınızda bir yaşam planı başarısızlığı olarak görülebilir. Umudun kalmadığı zamanda intihar oluşuyor.
Bir regresyon uygulamasında geçmiş yaşamlarında intiharı olan vakaları incelediğimizde bir kere intihar ediyorsa ve o noktaya geliyorsa, arkasından birkaç hayatta da bunu başarıncaya kadar, varlıksal olarak o bilgiyi alıncaya kadar intihar döngüleri yaşayabiliyor. Ve genelde de öldüğü andaki son duygu olarak da “başaramadım ve yapamadım” duygusunun öne çıktığını görüyoruz. Ne zaman ki başaramadığı o konuda farklı bir açılım meydana geliyor, o kısır döngüyü kırıyor, işte o zaman o düzlem ortadan kalkıyor.
İntihar bir başarısızlık mıdır? Varlıksal açıdan baktığınızda size verilmiş olan bir hayatın imkanlarını ve oradaki aşmanız gereken bir zorluğu aşamamış oluyorsunuz. Ve o noktada dahi hem o varlığın iyileşme alanı ölüm sonrasında yaşadığı, aldığı yardımlar ve daha sonraki tekrar tekrar dünyaya gelmelerine baktığınızda orada bile bir cezalandırma değil. O varlığın onu aşabilmesi için yaratılmış imkanlar var.
Tanrı’nın rahmeti sonsuzdur denir ya, dinsel metinlerde öyle bir ifade vardır. Ben bunu şöyle algılıyorum ya da yorumluyorum: Varlığın önündeki imkanlar sonsuzdur. Varlığa verilmiş olan imkanlar sonsuzdur. Kullanırsınız ya da kullanmazsınız. O zaman da iradelerimiz devreye girmeye başlıyor. Bazen biz bunu şu andaki irademizle göremiyoruz.
Oysa daha yüksek varlıksal irademizle bunları görebiliyoruz. Ayrıca yardımlar da alıyoruz. O planları tek başına yapmamış oluyoruz.
İntihar keyif midir değilmidir. Ben onu tartışmayacağım. Sadece regresyon terapisinde bakıyorsunuz ki intihar noktasına geldiğinizde, varlığın kendisine koymuş olduğu bir hedeften, o hayattan bir vazgeçişi var. O koyduğu yaşam amacına yaptığı planı devreden kaldırıyor.
Ben bu planı yapmıştım. Aslında benim hedefim İstanbul’dan Ankara’ya gitmekti ama Kocaeli’ne geldiğim anda öyle zorluklarla karşılaştım ki ben o yolu bıraktım. Planı bıraktım ve Ankara’ya gitmekten vazgeçtim. Ama benim yaşam amacım Ankara’ya gitmekti. O yolu gitmem gerekiyor. Ama ayağımdaki ayakkabılar o kadar kötüydü ki, yollar o kadar kötüydü ki, İzmit’e gittiğimde nefesim tükendi. O yolu giderken pek çok seçimlerimiz olabilir; yürüyerek gitmeyi seçebilirim, arabayla da gitmeyi seçebilirim, bisiklete binmeyi de seçebilirim. Ankara’ya uçakla gitmeyi de seçebilirim. Hedefim Ankara’ya gitmekse bunun için önümde pek çok yol var.
Diyelim, benim Tülin olarak biraz bu işin sabrını, bu işin inceliğini öğrenmem lazım. O zaman ben yürüyerek gitmeyi seçiyorum. O zaman ona göre yola çıkıyorum. Ama bir sonrakinde diyebilirim ki, ben bu yola yürüyerek gitmeyi seçtim ama başarısız oldum. İzmit’e varmadan planı ortadan kaldırdım. Bir dahakine bisikletle gitmeyi seçebilirim. Bu sefer de Bolu’ya geldiğimde vazgeçebilirim. Bolu’ya geldiğimde şunu idrak edebilirim.
Ankara’ya gitmek çok uzun bir yolmuş. Benim arabaya ihtiyacım var. Arabayı alarak o hayata gelirim, bu sefer arabayla giderim. Yeterli benzin almadıysam Bolu’nun dağına tırmandığımda yolda kalabilirim. İşte döngü böyle devam ediyor. Bir sonraki gelişimde o arabaya benzin koymam gerektiğinin farkına varırım. Bu sefer geldiğim hayatta hem arabam hem benzinim vardır. Ankara’ya ulaşırım ve bu işi tamamlarım. Hedefim tamamlanmış olur.
Elizabeth Kübler Rose’un çok güzel kitapları var. Yaşam deneyimlerinden, hayattan anlattığı ve zorlukların bize neler öğrettikleri ile ilgili kitapları var. O kitaplarından birinde diyor ki:
“Vadileri kasırgalardan muhafaza etseydiniz bu kasırgalardan sonra ortaya çıkan güzellikleri asla göremezdiniz.”
Doğa da öyle değil mi? Doğanın da bir dengesi vardır. Her kasırganın arkasında bir sakinlik vardır. Oysa bizim de her sessizliğin arkasından da bir fırtına gelecek diye de bir beklentimiz var. Demek ki yaşamın içerisindeki güzellikleri ve o önemli anları da keşfetmemiz ve onların içerisinde olmamız lazım.
O nedenle de sınıfta kalmak diye bir şey yok. Önümdeki hedefe gidiyorum. Ya da hedefim sağımda mı, solumda mı, önümde mi, nereye gideceğim? Bu bir sınav değil. Tüm olanlar bizim alacağımız derslerle, uygulamayla ilgili.
Hani oyunlar vardır. Bir yere gidersiniz. İkiye ayrılır. “Evet” ya da “hayır”. “Hayır”ı seçersiniz oraya gider, “evet”i seçersiniz buraya gider. Her bir seçim sizi başka bir sonuca götürür. Hayatımızda da aslında o nedenle kusurlu ya da yanlış olan bir şey yok. Ama hayat planımızla örtüşmeyen, uyumlu olan ya da olmayan şeyler var.
O nedenle de yaşamınızda gözlemleyin. İstediğiniz bir şey sürekli istediğiniz halde olmuyorsa, orada neyle ilgili bir direnç var? Neden yaşam bunu size getirmiyor acaba? Gerçekten sizinle uyumlu mu değil mi? Ben bunu çok istiyorum ama gerçek ihtiyacım olduğu için mi istiyorum, egomdan dolayı mı istiyorum? Bazen de içimizdeki ego o kadar büyük noktalarda oluyor ki egoyu bizimle aynı seviyeye indirmemiz gerekiyor.
Kendini bilme öğretisinde bir benzetme vardır. Atlar duyguları simgeler.
Diyelim atlar yani duygular koştura koştura gidiyor. Şimdi önce ben sürücü olarak elimde dizginlerim olduğunu bileceğim. Sürücü zihni ifade eder. Ben zihin olarak, atlar duygularımsa onları kontrol edeceğim. Yoksa atlar yani duygular istediği yöne gider. Elimde dizginler var.
Ben o dizginleri nasıl yönlendireceğimi bilmiyorum. Öyle bir sert çekiyorum ki atların dişleri ağızları yırtılıyor. Dizginleri bir sağa çekiyorum, bir sola çekiyorum. Atların biri sağa biri sola gidiyor. Denge şaşmış oluyor. O zaman o duyguları yavaş yavaş, hafif hafif ve de gideceğiniz yöne doğru çekerek yön verirsiniz. Duygularımızı da incitmeden onları yok etmeye çalışmadan ama onları kontrol ederek, onlara da hakkını vererek, bedenimize hakkını vererek...
Öfkemizi ancak bize zarar verdiği anda ben bundan kurtulmalıyım diyoruz. Öfkemi nasıl idare edebilirim diye soruyoruz.
Çok duygusalım, diye ifade ediyoruz. Duygulu olmak iyi bir şey. Empati kurmanızı sağlar. O kişinin yerine kendinizi koyarak ne tür bir durumda olduğunu anlarsınız. Duygusal olmak ise başka bir şeydir. Duygularınız sizi yönlendiriyor demektir.
Bazen bir film seyrediyorum, film olduğunu bildiğim halde oradaki insanın yaşadığı şey bende bir his bende bir şey yaratıyor. Yerine göre ağlıyorum, yerine göre gülüyorum. İçimde bir sızı oluşuyor. Bu iyi bir şeydir. Bizim kendi aramızdaki bağı kurmamız ve birbirimizi anlamamız açısından önemlidir. Oysa ben bu duygularımı duygusallığa çevirirsem, “Ne yapayım ben çok duygusalım,” diye kaprisler yaparsam, ilişki içerisinde olduğum insanları çileden çıkarırsam, kontrolsuz bir hale getirirsem her şeyi o zaman duygusallığımın esiri olup atları başı boş bırakmış olurum. Duygulu olmak iyi bir şeydir, aksine aşırı duygusal olmak kontrolsüz atlara benzer. O nedenle de yaşadığımız her şeyi de, karşılaştığımız her engeli de aşılacak bir şey olarak görmek lazım.
Uygulamalarımda bazen NLP (neuro linguistik programlama) denen yöntemi de kullanıyorum. Danışana diyorum ki “Bunu görmene (elde etmek istediği her neyse) ya da bununla aranda bir engel var mı?” “Evet” diyor. “Peki bu bir duvar olsaydı ne kadar yükseklikte olurdu?” diye soruyorum. “Üç metre” diyor. “Hadi bunu şimdi zihninde 2 metreye indir, sonra 1 metreye, sonra 30 cm.e indir. Bak bakalım bunun arkasında ne görüyorsun? Bunun üzerinden atlayabilir misin atlayamaz mısın?” Üzerinden atlatıyorsunuz.
İnsanın kafasında, zihninde koymuş olduğu bir engeli gerçekten bu kadar basit bir şekilde yıkabiliyorsunuz. Engelin ortadan kalkmasıyla bakış açımız açılmış oluyor.
Her zaman o kadar da çok bakış açınızın açıldığını, o an hissedemeyebilirsiniz. Bu bakış açınız siz yaşam içerisinde ilerledikçe daha da genişler. Zihinlerimizdeki engelleri kırmak, hayat amacımız önündeki engelleri aşmakla paraleldir.
Durarak, uykuda kalarak engelleri aşamayız. Engelleri kırmak için aktif hale geçmemiz gerekir. Biz çok fazla şeyi biliriz ama çok fazla şeyi uygulamayız. Çok zor gelir bize. O eğitimden bu eğitime koşarız. Eğitimlerde “vallahi de yapacağım,” diye kendi kendimize binlerce söz veririz. Kapıdan çıkar çıkmaz unuturuz, uykuya dalarız.
Bazen de kuşkucuyuzdur. Başkası uygulasın da göreyim bir bakayım, deriz. O yöndeki yaklaşımlarımız aslında temel olarak korkularımızdan ileri geliyor. Kadınlar farklı şeyleri deneyimleme konusunda daha cesaretliler. Bunu itiraf etmeliyim. Düzenlediğimiz atölye çalışmalarında çoğunluğu kep kadınlar oluşturuyor.
Çok güzel bir ifade var. “Nefretin bir vibrasyonu vardır. Tanrıdan ayrı düşmüşlük hissinin, reddetmenin, korkunun hep birer vibrasyonu vardır.”
En büyük yalnızlık duygusunu aslında kendi varlığımızdan kopuşta yaşıyoruz. Regresyon çalışmalarında çok fazla yalnızlık korkusuyla karşılaştığım durumlar oldu. Bunun ilk kökenine gittiğiniz zaman bırakın bu geçmiş yaşamları, temelinde “kendi varlığımızdan koparak dünyaya gelmiş olmak, kendi varlığımızdan ve yüksek benliğimizden ayrı düşüş” bile bir yalnızlık yaratabiliyor. Bir korku yaratabiliyor.
Gizli frekanslar halinde içimizde dönen tesirler bulunuyor. Bu frekansların insan bedeni üzerinde gözle görülmeyen, ölçülemeyen ve bilinemeyen etkileri vardır. Bunlara örnek olarak; “Yapamam!” içimizde dönen bir ses olabilir. “Bunu yapamam.” “Bunu hak etmiyorum.” “Buna reaksiyon vermiyorum.” “Buna gitmeyi denemiyorum.” “Bunu kabul etmiyorum.” “Nereye gitmem gerektiğini bilmiyorum.” “Yaşam amacım nedir bilmiyorum.” “Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.” “Pes ediyorum.” “İnanmıyorum.”
“Korkuyorum, onun için de her şeye kapadım.” “Hiçbir şey görmek istemiyorum.
“Korktuğum için bütün bilgiye, bütün her şeye kendimi kapadım.” “Orada bir şey var ama ben onunla karşılaşmak istemiyorum. O, orada kalsın; korkuyorum.” “Nasıl yapacağımı bilmiyorum. Korkum var, engelim var; bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum!..” gibi
cümleler, ifadeler, sesler zihnimizde tekrarlanıyor. İşte tüm bunlar vibrasyonel olarak bizim varlığımıza işliyor. O zaman da seçimlerimizi değiştiriyor. O nedenle karmalar yaratıyoruz. Korkularımızdan dolayı mizahsenler ve olaylar yaratıyoruz.
Richard Bach’ın Mavi Tüy adlı bir kitabı bana çok yol göstermiştir. Yaşamda sıkıştığım anlarda gözümü kapatıp kitabı açarım, rastgele bir sayfa gelir. O sayfada, düşündüğüm konuya yönelik bir mesaj yer alır. İşte bunlardan bir tanesi;
“Yaşamın her olayı ve tüm insanları sen onları oraya çektiğin için oradadırlar.
Onlarla ne yapacağın sana kalmış bir şeydir. Size kötü davranan babanız, sizi döven kocanız, bir türlü uslanmayan oğlunuz, sürekli size zorluklar yaratan iş arkadaşlarınız, en yakın arkadaşlarınız. Yani hayatınızda hep sizi zorlayan insanlar, oraya siz çektiğiniz için oradalar.
Onlarla ne yapacağınız da size kalmış bir şey.” Bundan bir ders alabilirsiniz, bunun ne anlama geldiğini çözebilirsiniz. Bu insanların size ne yönde, neleri fark ettirmeye çalıştıklarını görebilirsiniz.
Robert Schwartzman’ın Meta Yayınlarından çıkan Cesur Ruhlar kitabında engelli çocuklarla ilgili örnekler vardır. Neden engelli varlıklar olarak dünyaya gelirler? Engelli bir çocuğun ailesi olmak ya da engelli bir çocuk olmak... Şimdi o detaylara girmeyeceğim ama bu kitabı öneririm. İnsana pek çok şey gösteriyor. Pek çok zor yaşam seçimleri yapıyoruz. Her zorlukta bizler yalnız değiliz. Bazı yönlerden bu yaşadığımız zorluklar öğrenme sürecimizi kısaltır. Hayatlar boyu yaşamaktansa tek bir hayatta köküne kadar bir deneyimi yaşayıp o deneyimin içinden de çıkabiliyorsunuz. Çok değişik örneklerini bu kitapta görebilirsiniz.
Karmik döngüler bir sebep-sonuç bağlantısı içinde oluşuyor. Yani biz seçimlerimizle ilişki örgüleri oluşturuyoruz. Bunu bir dengelenme olarak nitelendirebiliriz. Karma bir cezalandırma değildir. Bu anlamda bakış açısını genişletmemiz gerekir.
Diyelim bir kişiyle karmik bir sorunum var. Belki de daha önceden dengesini bozduğumuz bir ilişkinin aslında enerjisini tekrar dengelemek üzere tekrar karşılaşabiliyoruz.
Fizik bedenin ötesindeki varlığımızı unuttuğumuz için, isyan ediyoruz. “Tanrım ben ne yaptım? Suçum ne?” diye sızlanıyoruz.
Kendi tanrısallığımızı unutmak ve hakikati pek çok denemeden sonra hatırlamak büyük bir kuvvet yaratır. İnançları sağlamlaştırır ve frekansı yüksek seviyelere taşır.
Yani varlığın bunu seçmesindeki en büyük amaçlarından biri de varlıksal olarak kuvvetlenmek, frekansını yükseltmektir; bu yolculuğu öz’e dönüş olarak adlandırabiliriz.
Bir varlık aynı anda pek çok boyutlarda bulunur. Aslında biz sadece fiziksel olarak burada değiliz, ama evrenin pek çok boyutunda yer alıyor ve varlığımızı sürdürüyor olabiliriz.
“Peki ben bir varlık olarak sonsuz sayıdaki olasılık, sonsuz sayıdaki boyutu nasıl deneyimleyebilirim?” diye bir soru aklımıza gelebilir. Burada zaman önemli bir kavram.
Biz hep kendimizi şu anki zaman içerisinde ve şu anki zaman anlayışıyla ve bu boyut içerisinde algılıyoruz. Halbuki ruhsal dünyada zaman çok daha farklı işliyor. İlerleyen lineer bir zaman yok, o nedenle de aslında lineer zamanı bir illüzyon olarak görebiliriz. Onun ötesine geçebildiğiniz zaman zaten tüm bu olasılıklarla siz bağlantı içerisinde olursunuz.
O nedenle de ölüm çok kıymetli bir durumdur. Ölüm Fiziksel olmayan alemi bizden ayrı tutan perdenin ortadan kalkmasıdır.
Belki duymuşsunuzdur, Güney Afrikadaki bazı kabilelerde bir bebek dünyaya geldiği zaman yas tutuyorlar. Ölülerini gömerken de onları büyük törenlerle ve şölenlerle uğurluyorlar. Çünkü dünyaya gelmenin o ruh için acı, sıkıntılı olduğuna inanıyorlar.
O bebek dünyaya geldiğinde çilenin, acının içine geldi. Bir kişi öldüğü zaman da artık bu çileden kurtuldu diye seviniyorlar. Aslında bu bakış açısından ruhsal olarak ben zaten buraya kadar kendimi frekans olarak düşürdüm pek çok bedensel ayarlamalar yaptım derken ölümle birlikte biz kendi varlığımızın o perdesini kaldırmış oluyoruz.
Regresyon çalışmalarında pek çok vakada geçmiş hayat deneyimlerinin sonunda danışanı ölüm anına gidiş, ölüm sonrasında o yaşam üzerinden geçiş, o yaşama daha yüksek bakış açısından bakmanın büyük şifa getirdiğini gördüm. Kişi kendi varlığının bilgisini kendi varlığından alıyor. Oysa pek çok kişinin bu bilgiyi kendi varlığından direkt kendisinin alma arzusu değil de, başkasının ona söylemesi arzusu yüksek. O nedenledir ki medyumsal yetenekleri olan kişilere koşturup tonlarca para ödeniyor. Nedense hep başkasından o bilgiyi isteriz. Halbuki en net bilgi, en temiz bilgi bizim kendi varlığımızdan gelir. Başkasından geldiğinde bilgi, o kişinin değerlendirmesine ve bakış açısına göre dönüşüme uğrar.
Bir kişinin size gelip de, “Ben hissediyorum. Sen geçmiş hayatında çok asil biriydin.
Şöyle şöyle yaşadın, böyle böyle oldu, böyle de öldürüldün,” demesi mi daha etkilidir?
Yoksa sizin o hayatı gerçekten yaşamanız ve oradan buraya taşıdığınız unsurları, bağlantıları görmeniz mi? Kendinizin yaşaması açıkçası daha etkilidir.
“Ben eğer evrende farklı yerlerde ve farklı boyutlarda da varsam ve bu boyutlarla en basitinden kendi varlığımla nasıl temas edebilirim? Bunun önünde bir engel var mı?” dediğinizde şöyle bir benzetme yapabiliriz: Kat kat üstümüze paltolar giydiğimizi düşünelim. Kat kat paltolar üzerinden dokunduğum bir şey benim içimde çok fazla bir şey ifade eder mi? Etmez. Ben ne kadar varlığım konusunda çalışma yapıp kendimi fark edersem, üzerimdeki korkularımı, paltolarımı, üzerime yüklediğim kalıplarımı açarsam işte o zaman varlığımla temas etmiş hale gelirim.
ความคิดเห็น